Bilkent Üniversitesi öğretim üyelerinden değerli hocam Prof. Orhan Güvenen, uzun yıllar bünyesinde görev yaptığı Avrupa kurumlarından bahsederken, bir Türk’ün oralarda görev alabilmesi için Avrupalı adaylardan en az üç kat hızlı koşması gerektiğini anlatırdı. Ona göre ancak bu şekilde milliyetçiliğin hala ağır basabildiği değerlendirmelerde Avrupa’da üst konumlara çıkılabilirdi. Kendisinin karşılaştığı zorlukları bir yana bırakıp Avrupalıların çalışma ahlakından övgüyle bahseder, “beyin namusu” adını verdiği iş hayatındaki dürüstlük ve çalışkanlıklarını gözleri parlayarak aktarırdı.

Bilkent Üniversitesi’ndeki günlerden yıllar sonra benim de yolum Avrupa’ya düştü. 16 yıldır bulunduğum Almanya’da, çalıştığım kurum gereği ülkenin iş ve bürokrasi hayatını en yakından gözlemleme şansım oldu. İngiliz pragmatizminden uzak, fakat, bir makinanın işleyen dişlileri gibi süreç odaklı ve çalışkan Almanların iş ahlakını ve de Almanya’yı Avrupa’nın  söz sahibi ülkesi haline getiren kültürel öğeleri burada bulunduğum yıllarda uzun uzun düşünme fırsatı buldum. Bilgiye, çalışkanlığa verilen değerin kültürel olduğu kadar, kültürün arka yüzünü oluşturan dinsel ahlakın da bir ürünü olduğunu, Max Weber’in klasikleşmiş eserini okuduğumda daha da açık fark ettim.

Bilindiği gibi, Batının günümüzdeki seküler yaşamına geçişi hiç de yumuşak olmadı. Aristo’nun mirasını işine gelecek biçimde dinsel bir yöne devşiren Katolik Kilisesi’nin katı felsefesi, ilerleyen yıllarda engizisyonun yarattığı korkunun da etkisiyle Orta Çağı karanlık bir uykuya sokmuştu. Avrupa bu uykudan ancak 15. ve 16. Yüzyıldaki kıpırdanmalarla ayılabildi. 1517 yılında Martin Luther’in kilise kapısına astığı tezlerle, Hristiyanlıkta reform arayışları somut bir hal almıştı. Protestanlık mezhebinin doğmasına yol açacak bu düşünceler, Katolik Kilisesi tarafından şiddetle bastırılmaya çalışılmış, tüm reformcular afaroz edilmiş, 1618-1648 boyunca süren Otuz Yıl Mezhep Savaşlarıyla Avrupa’da adeta taş üstünde taş kalmamıştı.

Max Weber, 20. yüzyılın başında yazdığı “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eserinde1, Katolik Kilisesi’nden ayrılarak ayrı bir mezhep oluşturan Protestanlıkla dönüşüme uğrayan dini inanışların, son birkaç yüzyılın hakim ekonomik modeli olan kapitalizmi nasıl beslediğini anlatmakta. Eserin hazırlandığı sıralarda, Katoliklerin göreceli olarak iş hayatı içerisinde daha az bulunan  ve mümkün olan en güvenli hayatı kendine kurarken geliri az da olsa risk almaktan kaçınan, sessiz bireyler oldukları gözleminden yola çıkan Weber, buna karşın Protestanların yeni uygulamaları hayata geçiren okullara daha çok yöneldikleri izlenimini ekler (sayfa 37-40). Bu davranış modellerinin arkasında yatan temel sebepleri, tarihsel veya politik yönelimlerden ziyade kilisenin ayrı kolları arasındaki öğreti farklılıklarında aramamız gerektiğini söyler (Sayfa 39-40). Protestanlığın kapitalist düşünceye zemin oluşturan temellerinin, mezhebin yaşama duyulan bağlılığı öne çıkarmasıyla da açıklanamayacağının altını çizen Weber’e göre, kapitalist düşünceyi devindiren ana kanal, tarih boyunca süregelen Tanrı ve din uğruna acı çekme mitinin dönüşümü olmuştur (Sayfa 41-42).

Protestanlık, Katolik Kilisesi’nin görüşlerinde neleri dönüştürmüştür, hangi inanışlar reform hareketlerinde evrime uğramıştır? Günahlarla doğulan, sadece vaftizle arınılan Katolik inancında ibadetin odağı ölüm sonrası vaad edilen cennete ulaşmaktır. Benzer şekilde, ilk Hristiyanlıktan yaklaşık 600 yıl sonra inen İslam inancında kulların ibadeti öbür dünyadaki nimetler içindir ve yaşadığımız hayat sadece bir deneme sürecidir. İncil’de ve Kur’an’da verilen mesajlar, iman yolunda çekilen sıkıntıların öbür dünyada ödüllendirileceği yönündedir. Hikayeler üzerinden akan İncil’de Hz. İsa’nın kendini inancı (ve ona inanan tüm Hristiyanlar) uğruna feda edişi en önemli motiftir.

Protestanlık öncesi inanışlardaki acı çekme ve münzevilik öğretileri, Puritanism ve Kalvinizm gibi kollarında belirgin bir şekilde ortaya çıktığı üzere, Protestanlıkla beraber mevcut dünyevi yaşamın değerini öne çıkaran bir görüşe evrilmişlerdir. Bu süreçte, münzevilik ve dindarlık manastırda yaşayan keşişlerin alanından çıkarak, güncel yaşamın içine girmiştir. Mesleğin icra edilişine olduğu gibi halkın günlük yaşayışına dini anlamlar yüklenmiş, en iyi ibadetin çalışmak olduğu öne çıkmıştır (Sayfa 80). İşini hakkıyla yapan bir demirci, bir marangoz, Tanrının onlara verdiği yetenekleri değerlendirdikleri ve topluma hizmet sundukları için, toplumun ahlak basamaklarında saygın bir konuma erişmişlerdir. Weber, kapitalist düşüncenin önemli parçalarından biri olan işbölümünün, artan nüfus ve zanaatkarların uzmanlaşma sürecinin yanısıra, dinin önerdiği, kendine Tanrının verdiği yeteneklerle yine Tanrıya en iyi şekilde hizmet etme düşüncesiyle topluma yayıldığını ileri sürer (Sayfa 72).

Burada, şunu belirtmekte yarar var: Weber, Reform hareketlerinin kapitalist düşünceyi yoktan var ettiği fikrini kesinlikle savunmamaktadır. Protestanlığın çıkışından önce, Hollanda örneğinde olduğu gibi, merkantilist ticaret ve ham madde borsaları kapitalizmin nüvelerini çoktan oluşturmuştu. Weber ise Protestanlığın etkisiyle, işe ve mesleğe olan bakış açısının değiştiğini, geleneksel zanaatkar ve çiftçilerin yerini kar odaklı, rasyonel, modern müteşebbislere bıraktığını aktarır. Üretim sonucu elde edilen gelir, artık sadece ihtiyaçların karşılanması için lüzümlu olmaktan ötede bir konumdadır. Varsıllık Tanrının bir lütfu olarak kutsanmış, iman edebilmek için Tanrının verdiği zenginliğin her bir kuruşunun değerini bilmek öğütlenmiştir. Mal varlığı ne kadar büyükse Tanrının kulunu sahip olduklarını nasıl değerlendirdiğiyle ve arttırdığıyla denemesi o ölçüde yoğun olacaktır (Sayfa 170).

İlginç olan, varsıllığa atfedilen bu olumlu düşünce, Protestanlık öncesi inanışların neredeyse zıddıdır. Çilekeş, acı çekilmesini hoş, tüccarlığı hor gören inanışlar, Protestanlıkla yerini Tanrının öngördüğü gibi rasyonel bir şekilde elde edilen zenginliğin onaylanmasına ve Tanrının verdiği lütfun değerinin bilinmeyerek çarçur edilmesinin karalanmasına bırakmıştır (Sayfa 171). Örneğin, “appetitus divitiarum infinitus” yani “kazanç için sınırsız bir iştah”, özellikle Protestanlığın önemli bir dalı olan Kalvinizm öncesi sosyal bir ahlaksızlık olarak görülürken, reformist dönüşümle karlı bir meslek seçmenin insanların ödevi olduğu inancına evrilmiştir.

Günümüz dünyası Weber’in yüz yıl kadar önce çizdiği ruhu ne kadar taşıyor; zamanın ruhu, Zeitgeist, ne kadar değişti? Herşeyden önce, Protestan ahlakının evirdiği kapitalizmin temelinde yer alan tüketim arzusu yaşam anlayışımızın hala vazgeçilmez bir parçası. Kökenleri Lacan’ın arzu nesnesine kadar götürülebilecek appetitus divitiarum infinitus ile kapitalizmin pençesinin zamanın ruhunu yüz yıl öncesine göre çok daha derinden kavradığını söylemek mümkün. Üstelik, Weber’in betimlediği yıllara kadar süregelen toplumsal ahlak ile desteklenmiş kapitalist üretim süreci, son yüz yılda tüketim sürecinin, yani o ürünün tüketilmesini besleyen satış ve pazarlama gibi süreçlerin yanında önem kaybı yaşadı. Hatta ve hatta, çağımızda ürünün tüketimi bir yana, sosyal medya gibi büyüteçlerin de etkisiyle bir çok insan elde edileni daha tüketmeden iştahın ve arzuların esiri olarak yeni arayışlara kapılıyor.

Bu açıdan bakıldığında global ağ ve internetin, kapitalizmin de dönüşümünü sağladığını ve hatta onun tarihsel evrimini hızlandırdığını söylemek mümkün. Günümüz internet ve sosyal medyası beynimizin işleyişine doğrudan hitap ederek arzularımızı sanal ortamda kısa yoldan tatmin edebilme kuvvetini taşıyor. İnternet üzerindeki bağlantılara her yeni dokunuş, bizi yeni arzu ve sanal tüketim hayallerine yönlendiriyor. Bu durum kapitalizmin öteden beri bilinegelen “arzu-emek-ürün-tüketim-yeniden arzu” çarkının “arzu” ve “yeniden arzu” arasındaki üretim ve tüketime olan ihtiyacı gün geçtikçe kısaltarak lüzumsuz kılıyor: Arzuların sanal tatmini mümkün olduğunda, arzu ve yeniden arzu arasındaki mesafe kısalıyor;  tüketilecek ürüne, o ürünü oluşturacak emeğe, ve o emeği yönetecek şirketlere ihtiyaç gitgide azalıyor.

Her gün gelişen yeni teknolojilerle, robotlar ve yapay zeka programlar arzulara kestirme çözümler ürettiğinden geleneksel politik ekonomi kavramları da yeni bir biçime evriliyor. Son dönemin en tartışmalı politik ekonomi konularından biri, “sınıf”, “emek” ve “artı değer” gibi terimlerini de kapsayan en temel kavramlara artık yeni tanımlar bulmamız gerekliliği. Marksist kuramın özü olan artı değer kavramı teknoloji tarafından köklü bir şekilde sarsılıyor: Kurulan basit bir internet sayfasıyla milyar dolarlar değerinde şirketlerin oluşması, bize üretken emek/üretken olmayan emek kavramlarının yeniden tanımlanması gerekliliğini hatırlatıyor. Marx’ın emek-değer teorisinin bu süreçteki evrimi  ve proleteryanın yerini prekaryanın alması gibi konuların her biri başlıbaşına birer yazı olacak derinlikte.

Sonuç olarak, Weber’in Protestan ahlakıyla evrildiğini ileri sürdüğü kapitalizm, bundan böyle günümüz Zeitgeist’ının, yani çağımızın teknolojik ruhu internetin getirdiği bu yeni ahlakla evriliyor. Aynı şekilde Hocam Prof. Güvenen’in bilgiye ve çalışkanlığa değer biçilen arenası da dönüşüm geçiriyor. Bu yeni ahlakın, çalışmanın artı değerini yeniden tanımlamakla beraber, mevcut ekonomik düzeni, kendi sonunu getirecek, kendi kurduğu çarkları kısaltıp çiğneyen bir döngüye sokmuş olma ihtimali de kanımca olasılıklar arasında: Arzuların sanal tatmini sayesinde arzu ile yeniden arzu arasındaki mesafe gittikçe kısalacak, ve kapitalizm, en temel dişlisi olan emek ve tüketime ihtiyacı kendi eliyle yok edecek.

Kaynaklar

1. Weber, Max (1958) “The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism”, The Scribner Library Edition, Charles Scribner’s Sons: New York.

Yazının BirGün internet sayfası bağlantısı:

https://www.birgun.net/haber/max-weber-den-gunumuz-politik-iktisadina-bakis-protestan-ahlaki-ve-calismanin-kutsanmasi-316437

Yazının BirGün Twitter sayfası bağlantısı:

Yazının BirGün gazetesi görünümü: