Evimdeki tozlu raflardan seçip aldığım bu kitabın 68 kuşağının klasiklerinden biri olduğunu bugün kaç kişi hatırlıyor? İkinci dünya savaşı sonrası yeşeren özgürlük döneminde sol düşünür Herbert Marcuse’ü yücelten ne Sovyet soluydu, ne de tek başına Amerika’nın komünal grupları. Geç dönem Frankfurt Okulu’nun Marcuse ve Reich gibi sosyalist düşünceye Freud’un ortaya koyduğu temellerle bakışı esas alan düşünürleri, temel olarak Avrupa’nın 68 kuşağı ile ses buldu. Tam yarım asır önce, 1968’de, Avrupa’da yer yerinden oynarken, Marcuse’ün Tek Boyutlu İnsan ve Eros ve Uygarlık adlı eserleri, Beatles’ı, Rolling Stones’u, Sartre, Camus ve Beauvoir’ı sahiplenen kuşağın felsefe tartışmalarının temel başucu kitapları olmuştu. İkinci dünya savaşının ölü toprağını üzerinden atmak isteyen, özellikle Fransa ve Almanya’daki devrimci hareketler, Marcuse’ün Freudyen açılımını sahiplenerek sol düşünceye yeni bir boyut katmıştı.
Ne anlatıyordu Eros ve Uygarlık‘ta Marcuse? Freud’un cinsellik alanından çok yaşamsal bir içgüdüye karşılık kullandığı Eros, uygarlığın gereksindirdiği normlara aykırı bir yaradılıştaydı. “Uygarlık insan içgüdülerinin sürekli boyun eğdirilişi üzerine kurulmuştur.” diyordu Freud, en önemli eserlerinden biri olan Uygarlığın Hoşnutsuzluğu‘nda (“Civilization and its Discontents”). İnsanlığın mutluluğu tam gün uğraşı olarak çalışmanın ve tek eşli üremenin sıkıdüzenine, yasalara ve düzenin kurallarına güdümlü kılınmıştı. Uygarlığın tarih boyunca oluşmasının altındaki psikolojik süreç, Freud’un tanımladığı en içgüdüsel kimlik merkezimiz olan “id”in dize getirilmesiyle mümkündü. Sosyal kimlik katmanı olan ve sosyal normların kimliğe yerleşmesini sağlayan üstbenin (süperego) baskısıyla, ana kimlik katmanı olan “ego”, içgüdüsel merkez olan “id” üzerinde egemenlik kuruyor, ona boyun eğdiriyordu.
Uygarlığın ve toplumsal yaşamın oluşması sürecinde insan, ertelenmiş, kısıtlı ama güvenceli haz için, içgüdüsel id merkezinin talep ettiği anlık, belirsiz ve yokedici hazdan vazgeçmeyi öğrenmiş; alan darlığı ve hammadde kısıtlılığı insanlara içgüdüsel dürtülerini özgürce doyuramayacaklarını, sınırsız haz ilkesi hedefiyle yaşayamayacaklarını kabul ettirmişti. Toplum üyeleri, çalışma olmaksızın yaşamı sürdürmeye yeterli ürünleri olmadığından, toplum onların cinsel etkinliklerden çekilerek çalışmaya yöneltilmesini sağlamış, libidonun bastırılarak yararlı toplumsal etkinliklere bir tür dayatma ile saptırılışı, uygarlık ve kültürel düzeni oluşturmuştu.
Bu noktada, Frankfurt Okulu’nun Herbert Marcuse ve Wilhelm Reich gibi düşünürleri, Freud’un uygarlığın bireyler üzerinde kurduğu hegemonyayı Marksist fikirlerle örtüştürerek bir sentez önerdiler. Kapitalist düzenin çalışanlar üzerindeki denetimi tam da Freud’un bahsettiği bir tür libidinal baskılama mekanizmasını kullanıyordu. Çalışma hayatı saldırgan bir libidinal enerjinin boşalımı için olanak sağlamakta, ve bu enerjiyi satılabilir bir ürüne dönüştürmekteydi. İnsan kendi emeğine ve de iç yaşamsal enerjisi Eros’una yabancılaşmış, uygarlığın çarkları arasına sıkışmıştı.
İzini kaybettiğimiz, baskıladığımız iç çocuğu kurtarmak mümkün mü, sorusuna yanıt arıyor Eros ve Uygarlık’ta Herbert Marcuse. Bu kısır döngüden çıkış yolunu şöyle sunuyor: Yabancılaşmış emek, yabancılaşmamış libidinal çalışmayla yer değiştirmeliydi. Sanılanın aksine, “cinselliğin kendini yüceltişi” kuramı ile libidonun salıverilişi değil dönüşümü önerilmekteydi. Bu, libidonun toplumsal ilişkiler üzerine yayılmasıydı. Örneğin, “sanat baskılanmışın en görülebilir geri dönüşüdür”, diyordu Marcuse. Kurumsallaşmış baskı karşısına bir tek sanat insanı özgür bir özne olarak çıkarıyordu. İnsan emeği sanat ve benzeri yabancılaşmamış libidinal çalışmayla kendine özgür bir düzen yaratmalıydı.
Marcuse, ürün hedefi olmadan topluma aynı katkının oyunsal deneyimlerle sağlanmasını öneriyordu. Sosyal yapı dönüştüğünde toplumsal koşullar, çalışmanın oyuna dönüşmesi için içgüdüsel bir temel yaratacaklardı. Bu düşüncede doğa bir egemenlik ve sömürü nesnesi olarak değil, ama insanların “oyunlarıyla” büyük bir bahçe olarak düşünülmeliydi. Yıkıcı libidinal enerji kendine geniş bir oyun alanı yaratıyordu böylece. Kurulması önerilen sosyalist yapı ile toplumsal ürün gereksinime göre dağıtılacak ve işlevler bireysel yetilere ve eğilimlere göre saptanacaktı. Marcuse, bu tür sosyalist bir düzenle bizi güden güçlü bir baskının olmadığı bir toplum yaratılabileceğine inanıyordu.
68 kuşağı Marcuse’ün mesajını aldı, ve dönemin Vietnam Savaşı’na karşı ünlü sloganı yarattı; Make Love Not War! (Savaşma, seviş). Çiçek Çocukları’na başucu olmuş önerileri, bir dönemin ruhunu belirledi, ve 20. Yüzyılın en belirgin kitle hareketlerinden birine kılavuzluk etti. 2018’de Marcuse okumak bizi 68’e götürmüyor belki ama, dünyanın döngüsünü psikanalitik anlamlandırmak için harika bir fırsat sunuyor. 50 yılda nereden nereye geldik? O yıllara göre bazı yönlerden daha özgür, bazı yönlerden ise daha büyük bir boyunduruk altındayız. Türkiye özelinde, libidinal enerjiyi açığa çıkarabilecek kanalların sayısı artmış olsa da üzerindeki baskının da eskisinden daha fazla olduğu kanısındayım. Yakın zamandaki Gezi olayları üzerine psikanalitik okumalarda 68 kuşağı ile karşılaştırılmalı bir çalışma yapılmasının çok ilginç olacağını düşünüyorum.
Naif bir Freudyen olarak umudum, Freud’un kuramlarındaki kavramların fizyolojik özelliklerinin, beynimizin biyokimyasal merkezleriyle örtüştürülerek bu kuramların nörolojide de kendine yer bulması. Bu sayede Marcuse’ün sosyalist-Freudyen yaklaşımının da ne kadar olası olduğu; hatta ve hatta, sosyalist idealin, ego temelli kapitalist düşünceye göre bir biyolojik dayanağı olup olmadığının açığa kavuşturulması beni en heyecanlandıran bilimsel araştırma konusu. Öte yandan, evrimsel süreçte alturizm, sürünün geleceği için kendini tehlikeye attırabilen genlerle birçok canlı türünün kalıtımında günümüze kadar ulaşmış durumda. Şüphesiz ki, ilerleyen bilimin beynin alturistik merkezlerini keşfetmesi, Marcuse’ün hayallerine bir adım daha yaklaşmamızı sağlayacak.